Adorno Üzerine Marjinal Notlar – ISR

Birinci Bölüm (Kriz ve Çatlaklar)

Toplumsal yaşamın yüzeyi, bireylerin psikolojik olarak güdülenmiş eylemlerini içeren tüketim alanı, değer yasası olarak kendisi soyut olan toplumun özünü gizler. … Mevcut ideoloji… kağıttan liderlerin eylemlerini ve acılarını tarihin nesnel hareketiyle karıştırmaktadır. Kişiselleştirme perdesi, insanların anonim bir makine değil, kontrol ve karar sahibi olduğu ve toplumun zirvelerinde hala yaşam olduğu fikriyle örülmüştür. … Üretim alanındaki artı-değere el koyma yerine, dolaşım alanında rakiplerin birbirini hırpaladığı basit olaylar anlatılmakta, sığır tüccarlarının ganimetten pay alma kavgaları ise herhangi bir büyük krize yol açmaktan aciz epifenomenler olarak görülmektedir.

-Theodor W. Adorno, “Commitment” [çeviri düzenlenmiştir]

Bağlam göz önüne alındığında, Adorno’nun ‘ganimet’ hakkındaki yorumu muhtemelen Marx’ın tüm sözde bölüşüm politikalarını “emekçiden gasp edilen ganimetin nasıl bölüşüleceğine dair öğretici tartışmalar” olarak nitelendirmesine bir göndermedir. Krizin dolaşım alanına atıfla açıklanamayacağı konusundaki ısrarı, eksik tüketim teorilerine (Luxemburg’dan Baran ve Sweezy’ye kadar) karşı olduğunu gösterir ve kriz hakkındaki diğer yorumları ile her zaman birikim yasasına yaptığı vurgu ışığında, bunun yerine Henryk Grossmann’ın yanında yer aldığını gösterir.

“Commitment” makalesi 1962’den, yani Backhaus’un yazıya döktüğü Marx seminerini verdiği yılda yazılmıştır. Muhtemelen bu seminere hazırlanırken Kapital’i yeniden okuması gerekmiştir; Grossmann’ın çalışmasını da yeniden okumuş olabilir mi (çünkü Grossmann, Adorno onlarla çalışmaya başladığında Enstitü’nün ekonomi politiğin eleştirisi konusunda önde gelen otoritesiydi ve Marx okuması üzerinde biçimlendirici bir etkisi olmuş gibi görünüyor)? Bu seminerde (ve başka yerlerde) Marx’ın yönteminin özellikle Grossmanncı ‘ardışık yaklaştırma’ yorumuna atıfta bulunur; 1964’te Grossmann’dan “eski öğretmenim” diye bahseder. “Commitment”ta (ve 60’larda pek çok başka yerde) tüm politika alanının temelde görünüş olduğuna dair yaptığı yorumlar, o zamana kadar devlet-kapitalizmi çağında “politik olanın önceliği”ne dair Pollockçu tezi (Horkheimer ve eksik tüketimci Marcuse üzerinde çok etkili olan ve kendisinin de daha önce bir miktar sempati gösterdiği) reddettiğini açıkça gösteriyor: aksine, tabiri caizse, kimsenin sürücü koltuğunda olmadığını belirtiyor.

60’ların başında pozisyonunu tam olarak nasıl değiştirdiğini bilmek büyüleyici olurdu – olgun Marx’ı yeniden mi okudu? ya da Grossmann’ı? Marx üzerine elimizde kayıtlı olmayan başka dersler mi verdi? Backhaus ve Schmidt gibi öğrencilere sahip olmasının (ve sonuncusunun Marx üzerine tezine danışmanlık yapmasının) bir etkisi oldu mu? Bellofiore’ye göre, 1965’te Backhaus “Adorno’nun düzenlediği dersin bir parçası olarak” Marx’ın yeni bir okuması üzerine bir seminer düzenledi. Ne dersi? Peki ya Negatif Diyalektik’teki Grundrisse alıntıları ne oldu? Reichelt, “[Adorno] Grundrisse’in neredeyse her sayfasında bulunan bu tür açık diyalektik formülasyonları duyar duymaz, bu konuda belirli bir tat geliştirdi” diye anlatıyor. Peki Adorno Grundrisse’nin ne kadarını okudu?

Adorno’nun gelişimi ile Marx’ınki arasında neredeyse bir tür paralellik vardır: Marx’ın magnum opus’unu yazmaya hazırlanırken Hegel’i yeniden gözden geçirmesi ve böylece teorisinin nihayet Feuerbach’ın antropolojize edici materyalizmini, gerçeklikte hüküm süren soyut bir kategorik sistemin nesnelliğini içkin eleştiri yoluyla kavramak lehine yerine koyması gibi (önemli ölçüde, Adorno 1962’de Marx’ın gelişimini bu şekilde karakterize eder), Adorno da magnum opus’una hazırlanırken Marx’ı yeniden gözden geçirir ve Marx’ın politik ekonomiye yaptığını felsefeye yapmak için Benjamin’in antropolojize edici materyalizmini yerine koyar. Marx’ın ekonomi politiği eleştirmek için bir filozofun yardımına ihtiyaç duyması gibi, Adorno’nun da felsefeyi eleştirmek için bir ekonomi politik eleştirmeninin yardımına ihtiyaç duyması dikkat çekicidir. Çember açıldığı yerde, sadece sahte dünyanın hakikati olarak kavranan Hegel diyalektiği ile kapanmaktadır. Böylece gerçekten kapanmamıştır; kırılmış ve kendi ötesine nasıl işaret ettiği ortaya çıkmıştır. Belirlenmiş olumsuzlamanın öteyi işaret etmesi ancak pratikte bir öteye geçişe dönüşebilir; eğer bu pratik tıkanırsa, teori kopuşun içinde kalmalı, kanamasına izin vermelidir. Adorno’nun diyalektiğinin negatif olmasının gerçek nedeni budur – özür dilercesine idealizme dönüşmeden teoride hiçbir şey çözülemez, sadece pratik gerçek uzlaşmayı sağlayabilir: “Olayları en başından itibaren hakkında tahminlerde bulunulan doğal felaketler gibi gören bu [kontemplatif] düşünme biçimi… zaten kişinin kendisini politik bir özne olarak ortadan kaldırdığı bir boyun eğme biçimini gösterir; gerçeklikle zarar verici bir şekilde seyirci benzeri bir ilişkiyi ifade eder. Bunların nasıl sürdürüleceği… nihayetinde bizim elimizdedir.”

Adorno’nun istifası, pratiğe karşı öznel düşmanlığı (altında yatan tipik insanca olmayan düşünmenin aşağılamasıyla birlikte) hakkındaki iftira dolu miti tekrarlayanlar bunu tamamen gözden kaçırmaktadır. Karakteristik olarak, kendi dar sübjektivizmleri elçiye zeval getirmektedir: Adorno’nun olumsuz diyalektiği, (nefret ettiği) irrasyonalist bir obskürantizm bir yana, pesimist tutumu bağlamında da açıklanamaz: Komünist dünya-devrimci pratiğin şansının 1960’larda iyi görünmemesi Adorno’nun suçu değildir (şimdi de pek iyi görünmüyor ve hiçbir göğüs kabartış bu durumu iyileştirmeyecektir). Aksini düşünenler, milliyetçi kitsch tarafından, Adorno’nun alay ettiği gibi “Che Guevara” tarafından, Alman Devrimi’nin mağlup komünist solunun uzlaşmaz bir yüksek teorik mirasçısı olarak aldatılan aktivist oportünistlerdi. Adorno, (Paul Mattick’in bir zamanlar söylediği gibi) “refah toplumu zırvasını yutan” ve çatlaklarını kapatmış ve çelişkilerini siyasi olarak kilitlemiş tek boyutlu bir kapitalizm hayal edenlerin (merhum Horkheimer ve Marcuse dahil) aksine, kapitalist bütünlüğe içkin nesnel çelişkiler ve onun kendi kendini baltalayan birikim diyalektiği ile meşgul oldu. Adorno daha ziyade Mattick’in gördüğünü gördü: Tekelci ya da devletçi tüm “örgütlenme” girişimlerinin yalnızca daha büyük bir kaos, kriz ve acıya yol açtığı “her tarafta silahlı bir kamp ve cinayet” yarattığını düşünüyordu.

Gabriella Bonacchi’nin burada Mattick için söyledikleri şaşırtıcı bir şekilde Adorno için de geçerlidir:

Mattick, sermayenin hareketlerine (yani görünüşleri ile özleri arasındaki sürekli ilişkiye) odaklanarak, işçi hareketinin sol kanadının teorik mirasını korumak için gerekli olan görevin, görünüşte sermayenin özel ‘yönetimine’ emanet edilmiş olayların ‘ideolojik ambalajını’ yırtmaya yönelik eleştirel çabada yattığını keşfetti. Devlet tekelci kapitalizmine yönelik bu temel analitik ve teorik tutum, kriz ve Dünya Savaşı sırasında onu Korsch’tan ayırt etmektedir. Mattick, Marksizmin teorik ve bilişsel imkânını kullanım-değeri ile değişim-değeri arasındaki diyalektik ilişkinin sürekliliğinde temellendirmiştir. Ancak aynı zamanda, Marksist kategorilerin oluşturulmuş somutluğunun yalnızca bir ‘yansıtma’ süreciyle değil, verili olanın kavramsal olana geri döndürülmesiyle elde edildiğini de açıkça kabul etmiştir. Marksizm, krizden itibaren kendisini kapitalist üretim tarzının ideolojik ‘doğallığı’ ve ‘ebediliği’ ile kopuş olarak kurarak, sınıf mücadelesini meta emek-gücündeki kullanım-değeri ile değişim-değeri arasındaki birlikteki olası kopuş olarak ortaya koyar. Ancak mantıksal ve bilişsel oluşum, tarihsel oluşumla doğrudan örtüşmez: iki moment arasında, sermayenin ‘tersine çevrilmiş dünyasına’ bilimsel (kavramsal) nüfuz olarak teorinin özerkliği ve öngörücü karakteri bulunmaktadır.

Adorno, Mattick gibi, bir şekilde sistemin dışında yeni bir devrimci özne yaratmaya çalışmak yerine, nesnel toplumsal sürecin “görünürdeki ‘doğallığını’ kırar” ve olumsuzlanma olasılığını tamamen içkin olarak kavrar.

İkinci Bölüm (Suistimal ve Görünüm)

Adorno’nun Negatif Diyalektik’te Nietzsche’nin “öz ve görünüş arasındaki farkla alay etmesi… burada pozitivizmin tamamıyla aynı fikirde olması” eleştirisi, Nietzsche’nin Fransız postyapısalcı epigonları için yüz kat daha geçerlidir: “Belki de başka hiçbir yerde, yorulmak bilmeyen bir aydınlanmanın obskürantistlere nasıl fayda sağlayacağı bu kadar aşikâr değildir.” Özsel kategoriler ile bunların görünüm biçimleri arasındaki gerçek fark, hakikatsizliğin ve apolojinin yanında yer almadan ortadan kaldırılamaz. Yine de öz, geleneksel felsefenin onu aldığı kendinde-varlığın, ebedi gerçekliğin tersi olarak kavranmalıdır. Aksine, öz kategorileri 1. tarihsel olarak ortaya çıkmıştır ve 2. olumsuzdur. Adorno öz hakkındaki gerçeği neredeyse tercüme edilemez bir kelime oyunuyla ifade eder: wesen [öz] unwesen’dir – hem Redmond hem de Ashton bunu ‘fesat’ [mischief] olarak çevirir, ancak Thorne & Menda muhtemelen en azından öz ile eğik kafiyeli olan ‘suistimal’ [malfeasance] kavramı ile bunun tercümesine en yakın olanıdır.

Adorno burada Marx’ın diyalektiğini savunmaktadır – Marx toplumun yüzeyinin, dolaşım alanının “kendisinin dolayımların toplamı olarak, toplam süreç olarak dolayımlanması gerektiğini söyler. Bu yüzden onun dolaysız varlığı saf görünüştür. Arkasında işleyen bir sürecin fenomenidir.” Ancak Adorno’nun bu noktayı detaylandırması, yeni Marx okuması üzerinde son derece etkili olmuştur. Bu, pozitivist olduğu kadar yapısalcı Marx okumalarını da yıkmanın anahtarlarından biridir.

Biraz daha geniş düşünüldüğünde, günümüzün kaba ‘özcülük karşıtlığı’ jargonunun, deflasyonist bir düşünce jestiyle içinden çıktığını düşündüğü kötü toplumun gerçek işleyişini anlamayı engelleyerek, nasıl voluntarist yanılsama ve hüsnükuruntu yaydığını ortaya çıkarmanın da anahtarıdır.

Postyapısalcı miras işte budur: Aydınlanmaya ve düşünmeye karşı öfke kusarken, kendi üzerine düşünmeyi reddeden basitçe radikalleşmiş bir aydınlanma olduğunu, kör görünüme olan bağlılığı, sözde can düşmanı olan gerçekleri kontrol eden bilimcilikte zaten gizlenen kavramsızlık keyfiliğine dönüşen pozitivizmin bir reductio ad absurdum’u olduğunu göremez. Ünlü Nazi yapısökümcüsü Paul de Man’ın Derrida’yı ‘Archie Debunker’ olarak tanımlaması bu yakınlığa işaret eder: gerçekte var olan bir hakikatsizliği ‘çürütmenin’ kendisi, teoride bu hakikatsizlikten kolayca vazgeçilebileceğini öne sürerek hakikatsizliğe kılıf uydurur ve ona katılır; bu teorinin kendisi bir tür taahhütsüz korunma, kötü-sonsuz bir ertelemeden biraz daha fazlası olsa dahi. Verili olgulardaki sahtelik, onlara palyatif dozda belirsizlik enjekte edilerek yatıştırılamaz (bu, gördüğünüzden hoşlanmadığınızda görüşünüz bulanıklaşana kadar gözlerinizi kısmak anlamına gelir); bunun yerine, sahte toplumun temel hareket yasalarıyla ilişkisi içinde, bunların olumsuzlanmasına yönelik bir bakış açısıyla titizlikle belirlenmelidir. Özcülük karşıtlığı bir teori değil, pratik meselesidir.

A New Institute for Social Research


Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın