Makine – Ernst Jünger

İlk kez 13 Aralık 1925 tarihli Die Standarte’de yayımlanmıştır.

Ernst Jünger’in teknoloji üzerine daha sonraki çalışmalarını anlamak için önemli bir denemedir. Metnin kalitesini arttırmak için düzeltmeler yapılmıştır.

İçine doğduğumuz dünya bize apaçık bir şey olarak görünür. Doğduğumuz andan itibaren çok sayıda şeyle çevriliyizdir, bilincin ilk belirtileriyle birlikte bu şeyleri idrak eden benliğimizin içinden daha net bir şekilde tanımlamayı öğreniriz. Henüz konuşamıyorduk ve hareketin ne olduğunu bilmiyorduk, ancak ormanlar ve tarlalar boyunca raylar üzerinde ilerleyen trenlerin gürültüsü bizim için zaten tanıdık bir ayrıntıydı. Güney Amerika’nın bâkir ormanları arasında bir kulübede büyüseydik, rüzgârda dalgalanan ağaç tepelerini, uçan kuşları ve bir okun uçuşunu gözlemleyerek devinimle tanışmış olacaktık. Köyler, renkli kuşlar ve oklar bizim için doğal şeyler olacaktı. Ama annemizin kucağından devasa demir vagonları ve karmaşık çelik mekanizmaları izler, onları hiç anlamazdık. Bu hakikat düşünce tarihinde uzun zaman önce keşfedilmiştir: önce nesneleri algılarız ve ancak daha sonra deneyim çeşitliliğini katı bir biçimde sınıflandırmaya tabi tutarız. Çağımıza ve çevremize ne kadar bağlı olduğumuzu görmek için bazen kendimize bu gerçeği hatırlatmalıyız. Her ikisini de düşünceyle fethedebileceğimizi varsayıyoruz, ancak gerçekte düşünce onların işlevinden başka bir anlam ifade etmez.

Bugün elimizde bir gazete ile bir restoran vagonunun koltuğunda rahatça otururken, yanımızdan geçen manzaralara aldırış dahi etmiyoruz. Üstelik vitrinde önümüzden geçen kasaba ve köylere de şaşırmıyoruz. Çocukluğumuzdan beri aşinayızdır onlara, bu bizim dünyamız! Yine de en azından bir kez olsun onları farklı gözlerle, örneğin kalelerin, manastır binalarının ve katedrallerin yükseldiği başka bir çağdan bir adamın gözleriyle görmeyi denemeliyiz.

Bir demiryolunun parlak tuvaliyle oyulmuş ormanlar ve tarlalar her zaman bugün göründükleri gibi değildi. Bunlar sadece ormanlar ve tarlalar değil, zamanımıza ve yerimize ait ormanlar ve tarlalardır. Kayın ve köknar ağaçlarının düzgün sıraları bize geçit törenindeki askerleri hatırlatır. Çavdar ve buğday, sanki cetvelle ölçülmüş gibi dikdörtgen bir tarlada şeritler oluşturmaktadır. Tüm bunlar bir makine tarafından yapıldı. Tek tek ekilen tahıllar, düzenli bir hat halinde. Bundan sadece otuz yıl kadar önce tarlalar tamamen farklı bir görünüme sahipti.

Ve böylece büyük bir şehre varıyoruz. Trafik ışıklarının direkleri, dar demir iskeleler üzerinde köprüler beliriyor. Marşaling sahalarının, kol ve tel yığınlarının, pencerelerinde volanları ve parlak ampulleri görebildiğimiz katı fabrika siluetlerinin yanından geçiyoruz. Ve merkeze yaklaştıkça, kendine özgü teknolojik bitkileriyle büyülü bir bahçe tarafından daha sıkı bir şekilde kuşatılıyoruz.

Devasa istasyonlardan birinde (mimarisinde modern emperyalizm tarzının ipuçları var) trenden inip sokaklara çıkıyoruz. Karanlık çoktan çökmüş. Renkli bir ışık denizine dalıyoruz, parlak tabelalar bina duvarlarında süzülüyor, ateş çarkları kulelerin etrafında dönüyor. Makine kervanları geniş meydanlardan ve dar sokak aralarından hızla geçiyor; gümbürdüyor, tıslıyor, korna çalıyor – tıpkı tehlikeli hayvanların çığlıkları gibi. Yine de tüm bu kaosun içinde, yapay gökyüzünün altında sakin ve kayıtsız bir şekilde yürüyoruz; etrafımız “Binbir Gece Masalları”nın fantezilerini aşan büyülü bir manzarayla çevrili.

Burada kendimizi evimizde hissediyoruz. Bir masal dünyasında yaşadığımızı söylemek yanlış olmaz. Her şey gelip geçici ve dünyamız hiçliğe gömüldüğünde torunlarımız bizim hakkımızda efsaneler anlatacaklar, kötülük ve kudretli büyücüler ile ilgili efsaneler. Evet, harika ve harikulade şeyler yarattık ve bunlarla gurur duymaya hakkımız var. Çünkü ilerleme denen şeyle gerçekten gurur duyduğumuz anlar vardır. Modern insanın kendi yarattıklarının metropollerin üzerindeki gökyüzünde devasa miktarlarda enerji yaktığını gördüğünde duyduğu sarhoş edici sevinci hatırlayalım. Bu devasa makinenin durduğu hafta sonlarındaki boşluk hissini de hatırlayalım. O zaman sokaklardaki ağır aksak yürüyen insan yığınları gerçek anlamını yitirmiş gibi gelir bize ve daha dindar atalarımızdan miras aldığımız bayram övgüsü neredeyse günah gibi görünür. Artık yaşamı tamamen enerjiye dönüştürmeye hazır durumdayız.

Ancak yine de bu mekanik aygıt karşısında, hareket etmeye zorladığımız bu cadı süpürgesi karşısında, sanki büyücünün çırağı diğer büyüleri unutmuş ve kafası karışmış gibi, içimizde derin bir korku gizlidir. Korku, teknoloji rasyonel düşüncenin bir sonucu olarak görüldüğünde, manevi dünyanın geri dönülmez bir şekilde yok olduğuna ve onun yerine maddi kazanç kültünün ortaya çıktığına inanıldığında bilinçli olarak kendini gösterir. Bu korku, içgüdüsel olarak müşterek kanı seçen ve her türlü rasyonalist dünya görüşünden kaçınmaya çalışan savaştan kurtulmuş yeni nesilde özellikle belirgin bir biçimde görülür.

Gerçekten de makine bizden çok şey aldı. Hayatımızı daha enerjik hale getirdi ama aynı zamanda parlaklığını da aldı. Bizden bütünü alarak onu uzmanlara dönüştürdü. Makineyi demirden bir hizmetçi gibi çalıştırabileceğimizi sanıyorduk ama onun yerine çarkları tarafından öğütüldük. Keyserling, “Bir Filozofun Seyahat Günlüğü” adlı eserinde, her şeyi makinelerle başarmamızın ve kendimize sadece kontrol işlevi bırakmamızın büyük bir yanılsama olduğunu belirtmişti. Her yeni makineyle birlikte üzerimizdeki yük artıyor – bunun için istatistiklere bakmak yeterli.

Bununla birlikte, makinelerin hareketinin zorunlu bir karaktere sahip olduğunu anlamak önemlidir. Yoluna çıkan herkesi ezip geçer ve bir yıkım aracı haline gelir. Herhangi bir protesto, ilk buhar makinelerinin kullanımına karşı ayaklanan İngiliz fabrika işçilerinin protestosu gibi, çelik kabuğuna çarparak dağılacaktır. Çıplak elle makinelerle başa çıkılamaz – bu, askeri teknolojinin ateşli savaşlarından öğrendiğimiz bir derstir. Ve burada hatırlanması gereken önemli bir şey daha var: dünyanın kendi derin anlamını kaybetmesinde makinenin bir suçu yok – ki bu tam da sahte “içselleştirme” arzusunun makineye karşı kullandığı bir suçlamadır. Söz konusu bu tür meseleler olduğunda hatadan söz edilebiliyorsa, hatalı olan yalnızca insanın kendisidir. Bugün makine belirli, tekil bir insanın aracıdır ve onların kitlesel birleşimi ulusun aracı haline gelir. Ve makine aracılığıyla ruh, tıpkı başka herhangi bir enstrümanda olduğu gibi, istediği her şeyi yapabilir.

Nietzsche’nin rönesans manzarasında makineye yer yoktu. Ancak o bize hayatın sadece acınası bir varoluş mücadelesi olmadığını, daha yüksek ve daha ciddi hedefler peşinde koşulabileceğini de öğretti. Bizim görevimiz bu öğretiyi makineye uygulamaktır. Onu sadece bir üretim aracı, maddi isteklerin tatmini olarak görmeye hakkımız yok, çünkü o daha yüksek bir düzenin ihtiyaçlarını karşılayabilir. İşte bu nedenle onu aklın gölgesinden kurtarmalı ve irade ile kanın hizmetine vermeliyiz. Aklın dilinde ilerleme aracı olarak adlandırılan şey, kanın dilinde güç aracı olarak adlandırılır.

Akıl aleti yaratır, ama kanın iradesi onu yönlendirir ve kullanır. Makineler tüm ülkeleri ucuz ürünlerle doldurmak ve teknolojik ıvır zıvırlar yaratmak için kullanılmaktadır. Makineler kültürlü uluslar tarafından kendileri için tanklar ve saldırı silahları yaratmak için kullanılmaktadır ve bunun çelik plakalar ve silah namlularıyla sınırlı kalmadığı açıktır.

Savaşta olduğu gibi, barış zamanında da modern milliyetçilik makineler olmadan çalışamaz. Teutoburg Ormanı’nda sopalar ve kamalarla yapılan savaşlar çoktan geride kaldı. Artık bir ülke, trenler göndermeye, sloganlar basmaya ve genel olarak herhangi bir iradeyi zamanımıza ve mekânımıza dayatmaya izin veren gerekli teknolojik cephaneliğe sahip değilse, başarısızlığa mahkûmdur.

Savaş sırasında ruhun madde üzerindeki üstünlüğüne inanarak askerlerini modern silahlar olmadan savaşa gönderen insanlar vardı. Bu tür hataların bedeli çok ağır ödendi. Elbette ruhun askeri teknoloji üzerinde üstünlüğü vardır, ancak bu ikisinin doğrudan karşı karşıya getirilmesi gerektiği anlamına gelmez. Ruhun üstünlüğü, teknolojiyi kişinin iradesine göre kontrol etme becerisinde kendini gösterir. Barış zamanında da ulusumuzu en yeni teknolojiyle donatmaya çalışmamız gerekir. Bazı zamanlarda insanlar kendilerini bombalama ve gaz saldırılarıyla ifade ederken, diğer zamanlarda sinema, radyo ve basın böyle bir ifade aracı halini alır. Burada çalışmak için çok geniş bir alanımız var.

Ancak modern fabrika işçisi fethedilmeden bu alan fethedilemez. Onu, yalnızca üretim meseleleriyle bağlantılı olarak sanayi savaşına ve Somme Muharebesi’ne yol açan bu Marksist ve kapitalist çıkmaz sokaktan bir çıkış yolu bulmanın gerekliliğine ikna etmeliyiz.

Özgürlüğe giden yeni bir yol bulmalıyız. Onu, değerlerimizin parasal bir karşılığı olmadığına, kazanç dağıtmakla uğraşmadığımıza, bir kan ve güç sorununu çözdüğümüze ikna etmeliyiz. Bizim için o vasıfsız bir işçi değil, eşit haklara sahip bir yoldaştır. İşçi defalarca vaatlerle kolayca satın alınmıştır. Ancak Marksizmin ona tamamen maddi anlamda sunduğu şeyi milliyetçilik sağlayabilir hatta çok daha fazlasını.

Fabrika işçisi, kendi özünde yeni bir Avrupa fenomeni olan modern milliyetçiliğin yükselişindeki birincil ve en kuvvetli faktördür.


Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın